Doğu Karadeniz Turu: Artvin; Arhavin ve Sarp (Bölüm 3)
Sanırım biraz yorgunluk, biraz da internete kavuşmanın mutluluğu ile dün yazı yazamadım ama o kadar fazla hikaye yaşadım ve dinledim ki, eminim bu serinin en zevkle okunan yazısı bu olacaktır. Bu arada, daha önceki yazıları okumayanlar için, sonunda internet sorununu çözdüm ama VINN değilmiş, Vodafone’un modemiymiş; baya bir hızlı, ben de almayı düşünüyorum ama kontörlüsünü 🙂
Dün size sabah Artvin’in Arhavi ilçesindeki yaylalara çıkacağımızı söylemiştim. Rehberimiz daha önce de bahsettiğim gibi Oğuz (Çağ Üniversitesi’nde okuyor.) hem bize oraların tarihini anlattı hem de yol gösterdi.
Ben yazımı yazarken, ailem de kahvaltısını etti ve öğleden sonra 1 gibi anca hareket edebildik yaylalara. Zaten çok uzak değilmiş gideceğimiz yerler, yollar neredeyse yeni gibiydi, hatta belli bir yere kadar 2 şerit (gidiş,geliş) yol bile vardı. Bir yerden sonra da tek şeride indi. Tek şeritli yolda dez avantaj her zaman bizden yanaydı çünkü plakayı gördüklerinden hiç geri çekilmediler sağ olsunlar 🙂
Taş Ocağı
İlk önce Arhavi’nin köylerinden geçip taş ocağına vardık. Çok enteresan bir yer, ilk defa bu kadar büyük bir taş ocağı görüyorum. Taş ocağı dediğim aslında dağı patlatıp kayaları taşımalarından ibaret. Bu patlatma öncesinde tüm ilçe halkına duyurular yapılırmış ne olur ne olmaz patlama alanına gelmesinler diye. Zamanında bir işçi çalışırken hayatını kaybetmiş, hikayesi çok acıklı, bu sebeple bu kısmı pas geçiyorum. Koskoca bir dağ neredeyse yarısı patlatılmış ve buradan çıkarılan taşlar Karadeniz’in olmayan düz arazisini oluşturmak, yani denizi doldurmak için kullanılmış. Hatta tüm Karadeniz yolu buradan toplanan taşlarla yapılmış.
Çifte Köprü (Ortacalar Köyü)
Taş ocaklarını zar zor geçtikten sonra ki bu sırada arabamızın yerden yüksekliğinin fazla olmasına şükrettik, Çifte Köprü diye bir yere geldik. İsmini dere üstündeki 2 taş köprüden almış. Bu köprüler uzun yıllar önce Arhavi halkı henüz daha bu yaylalarda yaşarken kurulmuş, o zamanlar tabi ilçe tamamen buralardaymış. Teknoloji geliştikçe, insan oğlu doğaya hükmetmeyi başardıkça sahile taşınmışlar. Zaten sadece yaz aylarından buralarda kalıyorlar, kışın yağan aralıksız yağmur ve kar, buralara erişimlerini engelleriyor. Her birinin hem bir yaylası hem de sahil kesiminde evi var. Çok güzel manzaralar takıldı objektifime, lensim çok kaliteli olmadığından çektiğim fotoğrafların yarısını çöpe atmak zorunda kalıyorum, bu sebepten bolca fotoğraf çekiyorum 🙂 ‘Çay Bahçesinde’ çay içtikten sonra yeniden taş ocaklarını geçip, Oğuz’un köyüne anneannesi ve dedesinin evine doğru yola çıktık.
Yukarıdaki düğme gibi olan fotoğraf aslında yapay bir arı kovanı. Köylüler yılda 2 defa bal alırlarmış buradan.
Çay Bahçesi dendiğinde, biz, Karadenizli olmayanlar, hemen çay içilen bir yer getiririz aklımıza. Burada bir kelime oyunu gizli aslında. Çay ekilen yerlere de Çay Bahçesi deniliyor. Çay içilen yerlere de. Bu sebeple, eğer rehberiniz Çay Bahçesi’ne gidiyoruz diyorsa, hangisi olduğunu mutlaka sorun yoksa dağın tepesinde Çay içilen Çay Bahçesi arar durur gözleriniz 🙂
Kestanealan Köyü
Köy yolu tek şeritli bir yoldu. Yol esnasında kim plakanın farklı olduğunu görüyorsa hemen dikiyor gözlerini bize bakıyordu. Hatta Oguz’un köy kahvesindekiler işlerini bırakıp araba geçerken arabaya dik dik baktılar. Çok komik bir manzaraydı, Oğuz bunun olacağını daha önceden söylemişti.
Heryerde çeşme var ve dağdan buz gibi suyu sizin hizmetinize sunuyorlar. Hatta o kadar lezzetli ki bu su, ne Erikli ne de Hayat su, eline su dökemez. Biz de bir tanesinde durup su içtik. Tam bu sırada olaylar zincirinin ilki başladı;
Babamla ben araba başında annemlerin gelmesini beklerken bir adam geldi yanımıza.
Selamun Aleyküm
Aleyküm Selam
….. ….. ….. Bu sessizlik tam 30 saniye sürdü. Adam dik dik bize baktı baktı baktı. En sonuda…
Ben seni çıkaramadım dedi.
Biz buradanın yabancısıyız dedik. Rehberimizi gösterdik.
Ben seni de tanımadım dedi.
Sonra soy isminden rehberimizi tanıdı ve rahat bir şekilde çekti gitti.
Köye vardığımızda anneannesi ve dedesi şansımıza çay toplamada değillermiş. Karadenizliler için soğuk derler ama bizi çok sıcak bir şekilde karşıladılar. Ayranlar, meyveler getirdiler.
Burada bir dip not düşmeliyim çayın nasıl toplandığı ve nasıl işlendiği ve hatta birkaç ekstra bilgi:
Yılın her dönemi burada çay yetişebiliyor. Çünkü en sıcak yaz aylarında bile yağmur buralardan eksik olmuyor. Buldukları her ağaçsız yere çay ekmişler ki zaten daha fazlasına da gerek yok çünkü o kadar fazla çay varki devlet kota koyuyor zaten alımlara. bir ekim yerinden yolda 3 kere çay toplanabiliyor. Çayı isterse aile fertleri topluyor, isterlerse de işçi çalıştırabiliyorlar. Genellikle Gürcistan’dan çay toplamak için işçiler geliyor. İyi toplayabilen bir işçi ki bu günde 300-350 kilo çay toplaması demek, 30-50 lira arası günlük para alabiliyor. Gürcistan’da bir öğretmen maaşının 150-200 lira olduğunu düşünürseniz bu rakam gerçekten çok iyi. Toplanan çaylar belli alım yerlerine götürülüyor. Hatta yerel halk bu yerlere ‘Alim yeri’ diyor. Alım yerinden gelme, dilleri Lazca’dan döndüğü için zamanla alım-alim olmuş. Zaten buradaki yerel halkla konuşurken bir Rum’la konuşuyormuş gibi hissediyorsunuz.
Bu Alim yerleri 300-400 metrede bir var. Arhavi’de Lipton, Doğuş Çay, Ofçay ve Çaykur’un fabrikaları var. Özellikle Çaykur’un birsürü Alim yeri var. Zaten her ilçe’ye bir fabrika kurmuşlar. Bu da nerden baksanız 30-40 tane fabrika yapar. Tam sayısına Çaykur’un sitesinden ulaşabilirsiniz isterseniz. Ben, benim için sır kalmasını tercih ediyorum, o kadar fazla gördük ki tam sayısını öğrenirsem hayal kırıklığına uğrayabilirim.
Çaylar Alim yerlerinden kamyonlarla fabrikalara getiriliyorlar. Çayın kalitesine göre çiftçiye para veriliyor. Çaykur, kilosunu 1 liradan alıyormuş. Yani 10 ton topladığınızı var sayarsanız, masrafları çıkınca karınız 7 bin lira civarı yapıyor. Bu da geçinmek için yeterli değil. Yılda 7 bin lira yetmiyor pek. Bunun yanında halk ek işlerde çalışıyor, ya da genelde ek işleri Çay toplamak oluyor (muş). Çiftçilikten zengin olan çok az insan varmış buralarda. Bu duru fındık için de böyleymiş. Şu ara incir güzel para kazandırdığından incir ekmeye başlamışlar.
Fabrikalarda toplanan şaylar, türüne göre yakılıyor ya da farklı başka işlemlerden geçiriliyor. Bizim içtiğimiz çayların birçoğu (yeşil çay hariç) yakılıyor ve sonra paketlemeye gönderiliyor. Mesela lipton’un paketleme fabrikalarından biri Gebze’de. Yani buralarda genellikle toplama ve yakım yapılıyor.
Çaykur’un almadığı çayları, diğer firmalar daha az vererek alabiliyormuş. Mesela Ofçay sürekli en son alıyormuş ki fiyatları düşürsün. Yani Ofçay almayın, tavsiye etmiyorum 🙂
Son zamanlarda organik çay yetiştirmek için organik gümre kullanılıyormuş. Çaykur buna teşfik için yeni ekim alanları oluşturtup buradan gelen ürünlerin kilosuna 5-6 lira veriyormuş. Yani Çaykur’un son yıllardaki organik dediği yeşil çaylar, gerçekten öyle. Bunların haricindekiler suni gümreleme ile oluşuyor.
Buradaki ahalinin ‘yedek’ işlerinin çay toplamak olduğunu duyduğumda gerçekten çok şaşırmıştım. Hep bununla geçimlerini sağlıyorlar sanırdım. Çay sadece karınlarını doyurmalarını sağlıyormuş. Kar etmek çok zormuş.
Dağ manzaraları
Köydeki evin camından o kadar güzel resimler çektim ki, fotoğraflarda zaten göreceksiniz.
Oğuz’un dedesi ve anneannesinin (Cemal, Nafia) fotoğraflarını çekebilir miyim diye sordum? Çok komik fotoğraflar yakaladım. O kadar tatlılar ki anlatamam. Dedesi 81 yaşında ama ben ilk gördüğünde 65 falan sanmıştım. Anneannesi de keza yine olduğundan daha genç gösteriyor. İkisinin çok komik de bir hikayesi var:
Eskiden şimdiki gibi işçi tutulmazmış. İmece ile kimin tarlası toplanması gerekiyorsa, köyün kadınları toplanır, çay toplarlarmış. Dedesi, anneannesini görebilmek için kadın kılığına girer imecelere gidermiş 🙂
Hatta güzel de bir sözü var:
Sizinki de sevdaluk midur? Ben anneanneniz için neler yaptım.
Fotoğraf çekimi bittikten sonra arabaya binip geri döndük. Yolda Oğuz felsefe hocası ile karşılaştı ve aşırı dindar bir adam olduğundan bahsetti. Hatta ünlü bir lafı da varmış:
Felsefi fikirleri anlattıktan sonra, ‘Bunlar, onların görüşü çocuklar’ diyormuş.
O günü kaldığımız yerde çiğ köfte ve tavuk yaparak geçirdik. Evlerine konuk olduğumuz aile de sağ olsunlar bizi çok iyi ağırladılar.
Unutmadan, o gün yağmur yağmadığı için bolca sinek vardı. Biz de kaldığımız evdeki ışığı açmak zorundaydık çünkü dışarıda yemek yedik. Bakın bakalım ışığı kim seviyormuş. İlk gördüğümde dehşete düşmüştüm ama insan sonra alışıyor 🙂 Kaldığımız yerin fotoğraflarını da bir türlü çekemedim. Pazartesi günü evde durmayı planlıyoruz, eğer sorun çıkmazsa o gün kaldığımız yeri detaylıca fotoğraflayacağım. Şimdilik siz sineklerle idare edin 🙂
Birkaç hikaye daha anlatayım:
Arhavi’de erkekliğin sembolü atmacaymış. Daha doğrusu atmaca tutup kollarında gezdirmekmiş, deri bir kolluk takarak. Atmacayı yakalamak o kadar kolay değilmiş. Öncelikle topraktan kurt topluyorlarmış; sonrasında ‘Ğaço’ diye bir kuş tutuyorlar bu kurtlarla. Evet, sanıyorum bu kelime Lazca. Sonra bu kuşu eğitiyorlar ve atmacaya tuzak kuruyorlar. Bu kuş atmacayı çekiyor, bu esnada korkup kaçmasın diye gözlerini bağlıyorlar. Atmaca kuşa hamle yaptığında ağ atıp tutuyorlar. Sonra tuttukları atmacanın ayağına 50-60 metrelik ip bağlıyorlar ve yağmur yağdığı zaman açık havaya salıyorlar. Atmacanın gözleri çok keskin olduğundan bıldırcını fark ediyor ve yakalıyor. Onlar da ipi çekip atmacanın ağzından bıldırcını alıyorlar.
Ama bu olay silsilesinin amacı bıldırcın tutmak değil. Atmaca aynı zamanda özgürlüğün ve zevkin sembolü, bu sebepten tutuyorlar ve 2-3 ay sonra salıyorlar yeniden doğaya; bir sonraki atmaca mevsimine kadar…
Bir diğer hikaye de:
Eve geldik, Çiğ köfte hazırlıkları yapıyoruz. Dışarıdan birkaç ses geldi. Çocuğun biri denize gireye çalışıyor annesi de izin vermiyor:
-Ya baba ya, annem denize girmeme izin vermiyor.
-Erkek adamsın sen oğlum, anneni ne dinliyorsun…
Şimdi anlatacağım bir hikaye değil ama enteresan bir olay:
Sadece Arhavi’liler, sokakta yürürken yolun ortasından gidiyorlar. Araba ile giderken bununla her daim karşılaşıyorsunuz, sizi görünce bazıları biraz kenara çekiliyor, bazıları hiç oralı bile olmadan yoluna devam ediyor; siz etrafından dolaşmak zorunda kalıyorsunuz.
Yani yolun ortasından giden biri görürseniz bilin ki Artvin, Arhavi’li olma ihtimali çok yüksek.
Sarp Sınır Kapısı
Bu günü de böyle kapadık. Ertesi gün yani bu yazıyı yazdığım gün (17 temmuz 2010) Sarp sınır kapısına gittik. Burada bizi gezdiren Necati Amca, gümrük müdür, bu sayede her yerde arkadaşları var. Sarp sınır kapısının müdürünü de tanıyor. Free Shop’a girdik. Aldık alabildiğimiz kadar; sürekli gürcüler giriş çıkış yaptığından birkaç pasaport buldular bizim için. Pasaport almadan Türkiye sınırları içerisinde Free Shop’tan alış veriş yapılamıyor.
Burada birkaç fotoğraf çektirdikten sonra Arhavi’ye dönüp Rus pazarına gittik. Buradaki Rus pazarının farkı ise, harbiden Rusların olması. Daha doğrusu Gürcülerin. Ben aradaki farkı pek anlamıyorum ama zaten ben Çinli ile Japonu da ayıramıyorum 🙂 Hepsi Türkçe biliyordu ama aksanların birhayli kayıyordu.
Aynı doğuda olduğu gibi, burada 2 ana dil var; Lazca ve Türkçe. Bunların dışında 2-3 dil daha konuşuluyormuş.
Neyse, pazarda alışveriş yaptıktan sonra akşam yemeği için hazrılandık ve bir tepe üstündeki meyhane-restoran tarzı bir yere geldik. Müzikler restoran müzikleri ama bizim haricimizde yanında kadın olan yoktu. Biz geldiğimizde tamamen erkek doluydu.
Buralarda, meze kavramı istisnalar hariç pek yaygın değil. İlk sordukları ne balık yersiniz ve ardından ne içersiniz?
Balık yedim ama mezgit yedim. Henüz hamsi ve palamut mevsimi değil. Av yasağı var. Zaten Karadeniz sahil yolu yapılırken tüm hamsi yuvalarını mahfetmişler. Eskisi kadar hamsi tutulmuyormuş. Gürcistan’dan ithal ediyormuşuz. Acı ama gerçek… Mezgit, Akdeniz’dekinden farklı, biraz daha küçük ve galeta unu ile yapıldığı için çok lezzetli. Ben tek başıma 30 tane falan yedim, ama bi 50 tane yerdim sanırım. (Ekmeksiz :))
Bu yazımı da burada sonlandırıyorum. Bir sonraki yazımın konusu Ayder yaylası olacak. Şimdiden yarın için çok heyecanlıyım. Siz son 2 günün fotoğraflarına baka durun… Yarın görüşmek üzere…
DDG yollarda…
Son Yorumler